22 Ağustos 2012 Çarşamba

Vincent Spinetti ya da Greater Good

Televizyonda ne izliyorsunuz ya da bilerek, isteyerek kaç radyo programını dinliyorsunuz? Kaç müzisyenin hayranısınız? Kaçının albümlerini heyecanla bekliyorsunuz? Eğlence sizin için ne demek; alkolün kandaki miktarının yeterince artmasından sonra aynı ritmlerin yüksek bass ayarlı hoparlörlerden yankılanmasıyla yapılan vücut savruluşları mı yoksa hiç tanımadığınız biriyle çılgın bir gece geçirmek mi?

Yukarıda saydıklarım; televizyon, sinema, radyo, gece kulüpleri bize dayatılmış bir eğlence anlayışının hayatımızdan çıkmaz bir parçası artık. Ne kadar uzak durmaya çalışırsak çalışalım bir şekilde hep içindeyiz, onlarda uzağa kaçamıyoruz çünkü hayatımızın tamamı sanki bunlarda örülmüş gibi.; mutlaka, bir yerden küçük bir aralık bulup sızıyorlar hayatımıza. Televizyonu kapatsak film afişleri görüyoruz, gözlerimizi yumsak süpermarketlerin yüksek sesli, hızlı ritmli, satış artıran melodilerini duyuyoruz. Her şeyden uzaklaşıp elimize bir kitap alsak belki o yıl aynısı yüzüncü kez basılmış bir aşk öyküsünü okuyoruz bilmeden.


Bunları durdurmak elimizde de değil aslında, kimsenin elinde değil. IUI/Globe Terner başkanı Foster Lipowitz dışında.

Bir adam düşünün ki dünyanın en güçlü medya ağını elinde bulunduruyor, gazetelerde yazılan haberlerden televizyondaki reality show cümlelerine kadar her şeyi istediği gibi düzenleyip değiştirebiliyor. "Seks satar." anlayışıyla, işin içine biraz da şiddet katarak yaptığı tüm işleri pazarlıyor ve hayal edilemeyecek miktarlarda paralar kazanıyor. Ve sonra bu adamın kanser olduğunu düşünün, hatta kanserin onun her hücresini yavaş yavaş yiyerek tükettiğini, en etkili tedavilerin bile ona sadece biraz daha zaman kazandırdığını. Onun yerinde olsaydınız ne ne yapardınız? Hayatta her istediğini elde etmiş, harcayamayacağı kadar paraya sahip olmuş biri ölüm döşeğinde ne ister? Tabi ki yaptıklarından pişman olur. İnsanların önüne tüketmeleri için sunduğu tüm o saçmalıklar için kendinden nefret eder ve tüm bu bayağılığın sorumlusu olarak kendini görür... Ve bunu düzeltmeye karar verir. Bir okul kurar bunun için, yetenekli çocuklar burada sanat eğitimi alır ki yaratacakları şeyler bugünkülerden üstün olsun, "sanat" olsun. Buraya kadar her şey normal görünüyor değil mi? Zaten Vincent Spinetti'nin tuhaf kariyeri de bu noktadan sonra başlıyor.

New Renaissance adıyla kurulan bir akademide sanat eğitimi alan yetenekli çocuklardan biri Vincent, hatta tabiri caizse bir dahi. O zamana kadar zaten pek de parlak bir hayatı olmayan Vincent için işer okulla birlikte daha da sarpa sarmaya başlayacak. Çünkü çocukları daha kaliteli işler üretmeleri gibi güzel bir amaç için eğiten New Renaissance aslında o kadar da masum değil. Öğrencilerinin her daim üretebilmeleri için başarılı bir yöntemleri var: Onlara her zaman, hayatlarının her anında acı çektirmek.

İşte Vincent'ın hikayesine burada dahil oluyoruz. Menajeri sıfatıyla çalışan kişi aslında onun hayatını kelimenin tam anlamıyla mahvetmek için New Renaissance tarafından işe alınmış biri. Ne yapıyor bu adam peki? Tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, Vincent'ın elinden en küçük mutluluk fırsatını bile çekip alıyor; öyle ki daha yirmilerinde saçlarına kır düşüyor Vincent'ın.

Orjinal adı "Torture The Artist" olan ama Türkçe'ye biraz yumuşatılarak "Vincent Spinetti'nin Tuhaf Kariyeri" olarak çevrilen kitap hayatımızı kuşatmış tüm bu eğlence sektörüne çok ağır bir eleştiri aslında. Joey Goebel'in bu konuda çok başarılı bir üslubu var. Hepimizin konuştuğu kelimelerle yapıyor bunu, ne çok üst düzey kalıyor kelimeleri ne de çok aşağıda. Ama bu kelimelerin içine küçük kelime oyunlarıyla dozu çok iyi ayarlanmış ironi ve mizah da katıyor ve ortaya çok ince işlenmiş bir dil çıkıyor, incelikle işlenmiş ve okurken keyif veren bir dil.

Son zamanlarda benim ilgimi en çok çeken isimlerin başında geliyor Joey Goebel. Sadece "Vincent Spinetti'nin Tuhaf Kariyeri" ile değil aynı zamanda "Anormaller" ile de yine iyi bir işin altına imza atmış bir yazar ve günümüzün pek çok yazarı gibi sadece cebi dolsun diye yazanlardan değil. Kısaca özetlemek gerekirse "mesaj kaygısı olan sayılı adamlardan biri" o.

Peki benim gözümde Vincent Spinetti'nin Tuhaf Kariyeri'ni önemli bir kitap haline getiren ne? Yıllardır klasikleşmiş bir konuyu çok daha farklı bir perspektiften işliyor oluşu. Sanatçı yaratmak için mutlaka acıya ihtiyaç duyar. Bu kesinlikle kanıtlanmış bir tezdir. Gelmiş geçmiş en büyük sanatçılar hep büyük acılar, felaket kayıplar yaşamış olanlardır. Bu durumda "Kim en fazla acıyı çekerse o daha büyük bir sanatçı olur." düz mantığı da ortaya çıkıyor. İşte Vincent bu "en fazla acı"ların hepsine maruz bırakılıyor bizzat menajeri tarafından ve biz hikayeyi menajerin ağzından dinliyoruz. Planlanmış acıların hepsinin etkisini o acıların bizzat sorumlusu anlatıyor bize.

Para için insanlara acı çektirilmesi bize o kadar da yabancı bir kavram değil aslında. Ama sanat için insanlara acı çektirilmesi? Burda bir ikilem var işte! Vincent'ın ürettiği sanatla büyük miktarlarda paralar kazanan insanlar var fakat Vincent gerçekten sanat üretiyor, bugünlerde çok nadir olan bir şey, ve çalışmaları insanlarla paylaşılıyor; insanların tükettiğinden çok daha kıymetli çalışmalar, içinde düşünce olan, düşündüren çalışmalar. Peki bu durumda Vincent'ın tüm bu acıları çekmesi iyi bir şey mi yoksa kötü mü?

İlk anda ben de tüm bu yapılanların canavarlık olduğunu düşünmüştüm ama biraz daha irdeledikçe "Greater Good" kavramı iyice su yüzüne çıktı. Binlerce, on binlerce, milyonlarca kişini bayağılıktan kurtulmuş "sanat"a ulaşması için bir kişinin acı çekmesi. Dünyanın tam da ihtiyacı olan şey bu; yeniden düşünmeye başlamak, içi boş şeylerden uzaklaşmak. Öyleyse bir kişinin hayatı ödenebilir bir bedel mi? İşte bu soruyu kendinize sürekli sorup duruyorsunuz kitabı okurken. Vincent için delice üzülüyorsunuz ama bir yandan da yukarıdaki ikilem beyninizi kemirip duruyor. Ahlak anlayışınızın sınırlarında geziyorsunuz. Ve işin kötüsü bu sorunun aslından hayatta aslında pek çok yerde karşınıza çıktığını ama sizin hep onu görmezden geldiğinizi fark ediyorsunuz. Fakat kitabı okurken o kadar işin içinde oluyorsunuz ki kaçacak yeriniz kalmıyor.

Eh, seçin öyleyse, bir kişinin hayatı mı yoksa milyonların aydınlanması mı?

Erymnys





Vincent Spinetti'nin Tuhaf Kariyeri
Joey Goebel
Çev. Berna Biçen
İthaki Yayınları, 351 sayfa

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Çok pis gaza geldim bu defa

Beni bilenler bilir, biraz maymun iştahlılık var. Kaç kere bir blog işine başladım da bir süre sonra bıraktım ben bile unuttum. Tamam, suçu hep zamansızlığa atabildim ama şu an bunu yapabilecek bir durumda da değilim. Okul şu anlık yok, herşey sakin, zaman deseniz gani gani, ne çalışıyorum ne okuyorum. :) Etrafa uğraşacak şey arıyorum ama bulmak namümkün. Ben de birkaç gün önce bir arkadaşla yaptığım bir konuşmanın gazına gelip yeniden başladım bu blog işine. Bu defa yürür mü, yürürse nereye yürür bilmiyorum, saldık çayıra mevlam kayıra biraz benimki.

Ne olacak peki burda, biraz da ondan bahsedeyim. Burda ben ne seviyorsam o olacak; edebiyat olacak, müzik olacak, yemek olacak, Finlandiya olacak, oje olacak, sinema olacak, tiyatro olacak, yolda yürürken gördüğüm şey olacak. Sevmediklerim de olacak; sayıp dökeceğim onlara burda. Sonuç olarak pek boş bırakmamaya çalışacağım işte. Siz de severseniz yazdıklarımı ne mutlu bana, yok sevmezseniz kısmet değilmiş, ne yapalım.