21 Ocak 2014 Salı

Çocuk Yetiştirme Sanatı Üzerine Bir Deneme

Çocuk nedir? Çocuk kimdir? Bu topluma göre anasının kuzusu, babasının bi'tanesidir, en olmadı doğuya gidersek yarısı sokağa salınıp Mevla'nın kayırması beklenen, diğer yarısı da alınıp satılan mallardır.

Bizim toplum olarak çocuğa bakışımız bir garip, bir nevi kendi mallarınız gibi görüyoruz onları, neredeyse iki düzine yıl sürüyor bu bakış açısı, asla da tam olarak bitmiyor. İstiyoruz ki bizim bir kopyamız olsunlar, sevdiğimiz şeyleri sevsin, sevmediklerimizden nefret etsin, aynı bizim gibi düşünsün, günlük rutini bize uysun, sonra büyüyüp "evlensin", çoluk çocuğa karışıp aynı bize benzeyen çocuk"lar" yetiştirsin. (Kimse inkar etmesin, hepimizin içinde var bu, böyle bir topluma doğduk, böyle bir toplumda yetiştik; ne kadar aşmaya çalışsak da dipte bir yerde hala bu düşünceler yatıyor olacak.)

İlginç bir şekilde çocuğun kendine has bir karakter geliştirmesi anneyi babayı üzüyor, ya da korkutuyor. Hangisi bilmiyorum açıkçası ama bir şekilde olumsuz duygular besliyorlar bu duruma karşı. Bunu tamamen kötü birşey gibi de algılamamak lazım. Bu çoğu zaman çocuğun artık kendilerine ihtiyaç duymayacağı endişesinden kaynaklanıyor bence. Çünkü yine ilginç bir şekilde en büyük eserleri çocukları olan anne babalarla dolu bu ülke. Ve bu en büyük eserlere bakarsanız hepsi de giderek gerilemekte olan bir ülkenin sıradan insanları, sizin gibi, benim gibi; işine, okuluna giden, günlük bir rutini takip eden, sıradan konulara sıradan tepkiler veren insanlar. Ve bu en büyük eserler de bir gün çocuk sahibi olduklarında yine büyük eserler yetiştirecekler.

Yanlış anlaşılmasın, çocuk yetiştirmek inanılmaz derecede önemli bir konu. O çocuğun ileride nasıl bir birey olacağı, daha doğrusu birey olmayı başarıp başaramayacağı çocuklukta verilen eğitimin bir sonucudur. Demiyorum ki anne babalar çocukları ile ilgilenmesinler, onları önemsemesinler. Elbette ki doğaldır bir insanın kendinden çok sevdiği birini "eser" olarak nitelemesi, hatta normaldir de. Çünkü anne babalar gerçekten çocuk doğduktan sonra tüm hayatlarını çocuklarına adıyorlar, onlara iyi bir gelecek sağlayabilmek için sabahlara kadar çalışıyor, durmadan çabalıyorlar. Ne kadar güzel değil mi? Pek değil aslında. Çünkü böyle olunca anne bana kendi bireyselliğini kaybediyor. önünde bir örnek olmadığından çocuk da bireyselleşemiyor. Hep birlikte bir aile olarak, toplumun en küçük parçası olarak yaşıyorlar. Ne güzel değil mi? Pek değil. Çünkü bu bireyleri birbirinden ayırdığımızda afalladıklarını görüyoruz, ne yapacaklarını, yeni düzene nasıl uyum sağlayacaklarını bilemez bir hale geliyorlar ve telaş içinde dahil olabilecekleri başka bir topluluk arıyorlar.

İşin en ilginç yanıysa tüm toplum bu şekilde bir yaşamı doğru yaşam tarzı olarak değerlendiriyor. Olur da kendi kararlarımızı kimseye bağlı kalmadan kendimiz almaya kalkarsak asi oluyoruz; bir çocuk sahibiysek kötü anne baba oluyoruz çünkü başkaları tarafından zaten belirlenmiştir kendi çocuğumuzu yetiştirme şekli, icat çıkarmaya gerek yok.

Erymnys

29 Eylül 2013 Pazar

Tanrı Olup Fütursuzca İnsanların Hayatlarına Dalmak

Hiç tanımadığınız birinin hayatına dahil oldunuz mu bir anlığına? Tam ağzınızı açıp birşey iki kelime edecekken o an geçip gidiverdi mi yanı başınızdan? Hani çok sevdiğiniz birine birşey söyleyecek olursunuz da fırsatınız olmaz hiç ve bir de içten içe onu bir daha göremeyecek olduğunuzu bilmenin acısını da ekleyin buna; söyleyemediğiniz o sözler nasıl da yakar içinizi. Hiç yaşamadınız mı böyle birşey? Ben yaşadım, hem de bir kitap boyunca.

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü tam da böyle anlarla dolu bir kitap. Kısacık kısacık pek çok hikayeden oluşuyor, sondaki görece uzun soluklu öyküyü saymazsak eğer. Hikayeler pek de bilmediğimiz, duymadığımız, televizyonda görünce bazen kanalı değiştirdiğimiz bir bölümünde geçiyor dünyanın genelde. Hayatlarına pek de alışık olmadığımız insanların hikayelerini okuyoruz; onlarla yaşıyor, onlarla duygulanıyor, onlarla şaşırıyoruz; tam ağzımızı açıp iki kelam edecekken bitiveriyor hikaye.

Başka insanların yaşamlarına böylesine dahi kurgularla ziyaretler yapmak kitabın tek marifeti değil. İsrail doğumlu bir yazar Etgar Keret ve okurken bunu da hissettiriyor size. Yazarı kuşatmış İsrail havasını hissediyorsunuz ama bu defa II. Dünya Savaşı filmlerindeki Yahudileri görmüyorsunuz; gerçek, kanlı canlı bir İsrail insan profili çiziyor Keret. Kapıları dünyanın geri kalanına pek de açık olmayan bir ülkenin kapısını aralayıp içeriye bir göz atma imkanı sunuyor okuyucuya.

Benim en çok ilgimi çeken bir diğer şey de Keret'in din ve din ögelerini yorumlayışı oldu. Hayatın bu ögeler tarafından ne denli çevrilmiş olduğunu, onların bilinçaltına, belki biz istemesek de, nasıl yerleştiğini gösteriyor. Kitaptaki hikayelerin neredeyse yarısı dini bir öge içeriyor ancak bunlar kesinlikle bizim duyup gördüğümüz biçimde işlenmemiş. Kutsal olmaktan son derece uzak, son derece insani, adeta insan elinden çıkmış gibi. Belki de Keret'in alttan alta vermeye çalıştığı mesaj bu. Üç dinin de kutsal saydığı bir şehre sahip bir ülkede doğup büyümenin verdiği bir ayırdına varış bu, ya da tam tersi.

Kitaptaki öykülerden favorim ise herşeyiyle beni sarsan "Son Bir Öykü ve Tamam". Bu kısımda spoiler vermemek için söyleyebileceğim tek şey var: Klasik bir konunun bu kadar farklı ve bu kadar insani işlendiği olmamıştır herhalde daha önce. Bir de nedense bana José Saramago'nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş romanını anımsattı tuhaf bir şekilde ki aslında ikisinin de birbiriyle alakası yok.

Bir diğer favorimse kitabın son öyküsü "Borular". Ama bu kez kendimi tutmayacağım, direkt yazıvereceğim sonunu, hem de en sonunu zira bu son iki paragraf insanı allak bullak etmeye yetiyor:

"Cennet'in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri. Bana buraya kendilerini öldürerek gelenlerin hayatlarını tekrar yaşamaları için dünyaya geri gönderildiklerini söylediler, çünkü ilk seferinde hoşnut kalmamaları ikinci seferinde de uyum sağlayamayacakları anlamına gelmiyor. Ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası. Hepsi değişik yollardan gelmişler Cennet'e.

Buraya Bermuda Şeytan Üçgeni'nin bir noktasında uçağa takla attırarak gelen pilotlar var. Mutfaklarındaki dolaplara girerek gelen ev kadınları var. Sırf içlerine girip buraya gelebilmek için uzayda topolojik bölümler keşfeden matematikçiler var. Şayet orada çok mutsuzsanız ve birileri size ciddi bir algı sorununuz olduğunu söylüyorsa, buraya gelmek için kendi yolunuzu bulmak zorundasınız. Bulursanız lütfen bir deste iskambil kağıdı getirin, çünkü misketten gına geldi."

Misket olayını anlamak için kitabı okuyunuz.

Erymnys



Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü
Etgar Keret
Çeviren: Avi Pardo
Siren Yayınları, 147 sayfa

22 Eylül 2013 Pazar

Birgün Dresden Bombalanırken

Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde Billy Pilgrim diye bir adam yaşarmış. Tam olarak o anda yaşamış çünkü bunun böyle olması gerekiyormuş. Ama Billy Pilgrim bizim bildiğimiz anlamda yaşamamış çünkü zamanın içinde sıkışıp kalmış biri değilmiş o. Ha bir de Dresden bombalandığında Dresden'deymiş, yüz binlerce insan ölürken o da oradaymış. Hadi geçmiş olsun.

Hani bazen bir kitap okurken biri gelip de sorar ya "Ne okuyorsun?" diye, bir an cevap bulamadan soranın yüzüne bakarsınız, ne diyeceğinizi bilemezsiniz, elinizdeki kitabı anlatacak kelimeleri bulamazsınız bir türlü. Üç saniyelik bir sessizlik olur ama bu kadar kısa bir süre karşınızdakine sizin bir moron olduğunuzu düşünmesi için yeterli olur, siz de o an biraz öyle hissedersiniz zira söyleyecek tek kelime bulamamışsınızdır kim bilir ne zamandır elinizde olan kitap hakkında. İşte Mezbaha No. 5 tam olarak böyle bir kitap. Okurken kardeşim gelip sordu ne okuduğumu. Konuşmak için ağzımı açıp üç saniye kadar yüzüne baktım sessizlik içinde, sonra o da birşey demedi, çekti gitti sessizliği bozmadan ama yüzündeki ifade herşeyi özetliyordu.

Bir de hani bazı kitaplar vardır; okurken bazı cümlelerin altını çizmek istersiniz. İşte bu kitapta da ilk bölümü okurken altını çizmek istiyor insan okuduklarının; bazı cümlelerin değil, okuduklarının.

Lafı daha fazla dolandırmadan kitaba geçelim artık. II. Dünya Savaşı'nı anlatan pek çok kitap var. Mezbaha No. 5 benim şimdiye kadar okuduklarımdan çok daha farklıydı. İnsanlık tarihine damgasını vurmuş bir savaş ancak bu kadar yalın anlatılabilir. Baktığınızda sadece savaşı görüyorsunuz, ne içler acıtan insanlık dramı var ne de arka planda oynayıp duran vıcık vıcık bir aşk öyküsü, en yalın haliyle savaş var sadece. Abartılmış sahneler, şiirsel deyimler de yok; yalın, çıplak ve adeta "duygusuz" sayılabilecek bir dille anlatılan savaş.

Zamandan zamana atlamalarla ilerliyor kitap, bu zaman içinde baş kahramanımız Billy'nin hem geçmişine, hem geleceğine hem de şimdisine tanık oluyoruz. Hangisi hangisi bilmek imkansız zira zaman aslında doğrusal ilerleyen bir olgu değildir. Her an, her zaman oradadır aslında. Bunu göremiyor olmamız tamamen üç boyutta yaşıyor olmamızla ilgili, oysa Tralfamador'da yaşayan bir Tralfamadorlu olsaydık pekala farkında olacaktık bu bariz gerçeğin.

Okurken de bitirdikten sonra da tek eksik bulduğum şey savaştan yeterince bahsetmemiş olmasıydı sevgili yazarımızın. Belki biraz daha uzun olsaydı kitap, savaştan biraz daha bahsetseydi o zaman tam doyuracaktı beni.

Okuyun bu kitabı, II. Dünya Savaşı'nı gerçekten yaşamak, nasıl bir his olduğunu anlamak için çünkü hiçbirimiz Dresden bombalanırken orada değildik.

Erymnys


Mezbaha No. 5
Kurt Vonnegut
Çeviri: M. Barlas Çevikus
Dost Kitapevi, 190 sayfa

23 Aralık 2012 Pazar

Godot’yu Bekliyorum Gözlerim Kapalı


Dünya tarihinin en aceleye getirilmemesi gereken kitabını aceleyle okudum bitirdim geçenlerde: Godot’yu Beklerken. Her daim okunacaklar listesinin en üstlerinde olup bir türlü okuyamadıklarımdan.


Aceleyle iki günde bitiriverdim Godot’yu, sonra da pişman oldum bu yaptığıma. Bitirince önce muhteşem bir şey okumuş olduğumu fark ettim, ama muhteşemliği neresindeydi pek de çözemedim zira hepi topu beş karakterin olduğu, çoğu zaman karakterlerin ne dediklerini bile anlamadığım bir tiyatroydu okuduğum. Semboller öyle karışıktı ki, en azından benim için, ne düşünsem, karakterlere, diyaloglara ne anlam yüklesem o yöne kayıyordu oyun. İlk defa bu kadar karmaşık bir sembolizmle karşılaşmıştım, beynim karma karışık imgelemlerle dolup taşıyordu.

Baştan başlamak gerek anlatmaya yoksa yine karma karışık olacak her şey.

Vladimir ve Estragon, namı diğer bekleyenler. Oyun boyunca Vladimir ve Estragon’un iki gün boyunca Godot’yu beklemelerine şahit oluyoruz. Sadece bir ağacın olduğu bomboş bir arazide(Mekansızlığı mı simgeliyor bu?) bir türlü gelmek bilmeyen Godot’yu beklerler. Neden? Çünkü Godot bir nevi kurtuluştur onlar için, cevapları onlara verebilecek, onları bu hayattan çekip kurtarabilecek olandır. Peki Vladimir ve Estragon limdir aslında, neyi sembolize ederler? Birinin habire çizmesiyle, diğerinin de şapkasıyla oynayıp durmasının bir anlamı var mıdır? Vardır elbet ama ben pek çıkamadım işin içinden. Açıkçası ilk aklıma gelen toplumun farklı kesimlerini, eğitimli ve eğitimsiz diyebiliriz kısaca, anlattığı. Bu farklı kesimleri simgeleyen iki kişi aynı amaç uğruna, birlikte Godot’yu bekliyorlar. Godot öyle biri ki toplumun farklı kesimleri için aynı şeyi ifade ediyor, kurtuluşu simgeliyor. Kitap üzerine başka eleştiri ya da yazılar okumadığımdan ne kadar haklıyım bilmiyorum. Beckett kesinlikle bunu anlatmak istememiş de olabilir tabi, bu sadece bende oluşan ilk izlenim diyeyim.

Diğer iki karakter de Pozzo ve Lucky. Bu kısma hiç girmek istemiyorum zira hiçbir halt anlamadım bu ikisinden. Sadece Vladimir ve Estragon’un beklemeleri boyunca kafalarını meşgul ediyorlar ki bu da bana hayatta sürekli gerçekleşmesini umduğumuz(hani olur ya bazen, bir şeyleri sürekli erteleriz hayatta, şu olsun ondan sonra yaparız, bu bitsin ondan sonra gideriz, Godot gelsin ondan sonra yaşamaya devam ederiz, gibi) şeyleri beklerken yaptığımız anlamsız hareketleri anımsattı, aslında bir şey yapmadığımızı, boş boş beklerken hayatımızı tükettiğimizi, ne beklediğimiz şeyi elde edebildiğimizi ne de onu beklediğimiz sırada başka bir şeyi başarabildiğimizi.

Son olarak da çocuk. Çocuklar için umuttur, gelecektir, derler ya; oyunda da aynen böyle. Nereden çıktığını anlamadığımız bir velet iki günün sonunda da beliriyor ve Godot’nun o gün gelemediğini ertesi gün mutlaka geleceğini müjdeliyor Vladimir ve Estragon’a. O ikisi de, el mahkum, beklemeye devam ediyorlar o gün, bir sonraki gün, bir sonraki gün, bir sonraki gün… Godot’nun geleceği umudunu kaybetmiyorlar asla çünkü Godot onlara haber göndermiş, o gün gelemeyeceğini fakat ertesi gün mutlaka ama mutlaka geleceğini söylemiştir, öyleyse gelecektir Godot, neden gelmesin, “Geleceğim.” demiştir bir kere.

Gelelim Godot’ya… Kim ola bu iki zavallıyı zamansız, mekansız bir yerde bekleten, bekletip de bir türlü gelmeyen? Ya da ne olan? Beckett cevabı söylemese de zamansızlık ve mekansızlıkla bir ipucu veriyor aslında cevaba dair. Oyunda zamanda dair hiçbir şey anlaşılmıyor. Gece oluyor, günler geçiyor ama insanlık tarihinin hangi dönemi olduğuna dair bir fikir yok. Bana zaman konusunda ipucu veren tek şey Lucky’nin Pozzo’nun kölesi olmasıydı ki sayfalar ilerledikçe bunun aslında öyle bir kölelik olmadığını, çok daha farklı anlamlara gelebileceğini fark ettim; böylece bu teori de çöpe gitti. Mekansızlık için de durum aynı: Sadece bir ağacın olduğu bir düzlük. Her yer olabilir bu, hemen evinizin arkasındaki araziden tutun da dünyanın bir ucundaki adını bile pek çok insanın bilmediği bir ülkenin pek de kalabalık olmayan başkentinin hemen sınırlarına her yer mümkün. Godot’nun kim ya da ne olduğuna dair belirsizliği daha da güçlendiriyor tüm bunlar ve olasılıkları daha da artırıyor elbette. Bu bağlamda Godot’ya giydirilebilecek neredeyse her kalıp mümkün. Godot gelecektir de diyebiliriz, asla gelmeyen güzel gelecek, Godot Tanrı’dır da. Bu tamamen okuyanın algısına, dünya görüşüne kalıyor artık, her şey yakıştırılabilir Godot’ya. Fakat inkar edilemeyecek bir şey de var ki, Godot bir de boşuna bekleyişlerimizin simgesidir, hayatımızı boşa geçirdiğimizi anlamanın en güzel yoludur. Godot’nun geleceğine dair umut her daim vardır ve biz de bu umuda kanıp beklemeye, beklerken de hiçbir şey yapmamaya, hiçbir şey yaratmamaya devam ederiz. Bu umudu bazen biz veririz kendi kendimize, bazen de küçük bir “çocuk” müjdeler bize. Nasıl olursa olsun umut her zaman vardır, her zaman oradadır, felç edici umut. Umut bizi daha hiçbir şeyin bitmediği yanılgısına sürükler ve biz bu bitmeyen şeyleri bekleyedururken bir bakarız ki kendi hayatlarımız bitmiş.

Umut, insanoğlunun acı çekmeye devam etmesinin yegane nedenidir.

“Gidelim.”
“Gidemeyiz.”
“Neden?”
“Godot’yu bekliyoruz.”
“Doğru.”



Erymnys


Resimler, farklı Godot oyunlarından, hiçbiri Türkiye'den değil. 

16 Aralık 2012 Pazar

The Hobbit: An Unexpected Journey (for all of us)

Bazı anlar olur ya, birşey görürsünüz, birşey duyarsınız ya da birşey deneyimlersiniz ve o an yaratıcılığın sınırına ulaşıldığını hissedersiniz. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın o tattığınız şeyi yaratmanın yakınından bile geçemeyeceğinizi bilirsiniz, hatta emin olursunuz buna. bir şarkıysa duyduğunuz o melodilerden başkasını duymak istemez kulaklarınız, bir şiirse eğer diğer kelimeler anlamsız gelir, bir kurguysa gerçekliğe dönmek istemezsiniz. Eğer "Hobbit"se o, "Orta Dünya evim olsun!" dersiniz.

Gün sayıp hevesle beklediğim Hobbit'i bugün, henüz birkaç saat önce izledim.Son anda sinemaya yetişmenin verdiği gerilimli ruh haliyle yerimi alırken salonda içim kıpır kıpırdı heyecandan. Bir yandan da Hobbit varken diğer filmlerin gösterildiği salonlara giren insanlara anlam vermeye çalışıyordum. Hobbit varken başka filme gitmeyi nasıl aklının ucundan geçirebilir bir insan hayret ediyorum doğrusu.

Belki de biraz çocukça bir heyecan benimki, bilmiyorum -içten içe böyle bir heyecan duyduğum için de mutluyum aslında- ama uzun zamandır herhangi birşey için böylesine kıpır kıpır olmamıştı içim. Film için böyle hissetmemse gerçekten garip benim için çünkü kitabı okurken çektiğim sıkıntıyı bir ben biliyorum. 15 ana karakterle (tamam farkındayım 1 ana karakter ve a4 yardımcı var kitapta, Gandalf da dahil) 400 küsür sayfayı okumak bayağı yorucuydu fakat film için kesinlikle geçerli değil bu. Daha ilk andan itibaren sanki tüm cüceleri ezelden beridir tanıyormuş hissine kapıldım. Daha gerçek yapılamazdı herhalde hiçbir karakter.

Bir kitabı okuduktan sonra filmlerini pek beğenmem genelde çünkü okurken hayal ettiğimden çok daha farklı şeylerle karşılaşırım her defasında. Ama Tolkien için geçerli değil bu. Kitaplarda o kadar ayrıntı var ki, o kadar ince elenip sık dokunmuş ki herşey, bir insanın hepsini aklında tutup da okurken gözünde canlandırabilmesi imkansız. İşte filmler bu konuda yardım ediyor, okurken gözden kaçan ayrıntıların her biri izlerken arka planda oluyor capcanlı bir halde. Bu da her biri üç saate dayanan Yüzüklerin Efendisi üçlemesiyle Hobbit'in neden izlerken zamanı unutturduğunu açıklıyor.

Konuyu çok dağıttım ama anlatmak için kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir film sonrası çok da normal bu aslında. Bu kadar laf salatası içinde anlatmaya çalıştığım filmin gerçekten "aşmış" olduğu. Üç yerde kendimi tutamadım, ağladım. Duygusal sahneler değildi ama o kadar güzel, o kadar iyi sahnelerdi ki herşeyleriyle, bir nevi teşekkür niteliğindeydi o gözyaşları.

Son olarak birkaç cümle daha yazıp bitireceğim. İlk olarak Thorin: Kitabı okurken hep biraz daha yaşlı, tabiri caizse (gerçi cüceler söz konusuyken pek uygun kaçmıyor ama) daha saçı sakalı ağarmış birini hayal etmiştim ama bu Thorin resmen bir tokat gibi çarptı bana, ne kadar hayal gücü fakiri olduğumu gösterdi. İkinci olarak Martin Freeman kendisine şapka çıkarttırdı. Sherlock'ta Dr. Watson olarak görmeye alışmıştı onu gözlerim, hep bir "Acaba?" kuşkusu vardı içimde, ta ki filmi izleyinceye dek. Şu an diyorum ki Martin Freeman, Bilbo Baggins olmak için doğmuş, herşeyiyle o kadar özdeşleşmiş ki rolle ondan başkası oynayamazmış herhalde.

Kısaca elden ayaktan kesildim Hobbit sonrası, öyle bir film yapmış adamlar.O kadar iyi ki iki kelimeyi bir araya getirip adam gibi bir yazı bile çıkaramadım hakkında. İzleyin, izletin!

En, en, en son olarak:

Kili, adamsın!..




Erymnys



8 Aralık 2012 Cumartesi

Ruh Deşen Bir Grup - RAMMSTEIN

Sadakatle Bağlanılan Gruplar I

Bilenler bilir zaten, dün Rammestein yeni bir video yayınladı: Mein Herz Brennt. Bu versiyon mu daha güzel yoksa eskisi mi karar veremiyorum. Bildiğim tek şey videoyu ilk izlediğimde hıçkıra hıçkıra ağlamaya  başlamam. Hala her dinleyişte içim parçalanıyor adeta. Eski bir Rammstein sevdalısı olarak da bu yazıyı yazmak farz oldu videodan sonra.

Rammstein öyle sıradan bir grup değil, en azından benim için. Şimdi buraya şu tarihte kuruldu, bu bu albümleri var falan diye yazacak da değilim. Merak eder açar bakar zaten. Benim yazmak istediğim Rammstein'ın bir müziksever için ne anlam taşıdığı.

Henüz Almanca'nın a'sını bilmediğim dönemlerde saçma sapan bir CD'nin içindeki bir şarkıyla hayatım yeni bir yola saptı adeta. Uzun zaman kimdir, nedir, ne der bu adamlar bilmeden dinledim aynı şarkıyı. Bende bir huy vardır; birşey hakkında ne kadar çok şey bilirsem o kadar çabuk kaybederim ilgimi. Ama bir gün dayanamadım ve açıp baktım kimmiş bu güzel şarkının yaratıcıları diye. Rammstein'mış. Şarkının adı da Reise Reise'ymiş sonundaki o muhteşem akordeon solosuyla.

Eh, tüketim kültürü insanıyız hepimiz, hemen birkaç şarkı daha indirdim. Ne demek oldukları, ne dedikleri konusunda hiçbir fikrim yoktu ama melodiler öyle canlıydı ki onları sevip bağrına basmamak adeta insanın kendi kendine ettiği bir hakaret olurdu.

Ama Rammstein'ın bana asıl darbeyi indirmesi yaklaşık iki yıl sonra, lisede Almanca hazırlığa başlamamla oldu. Çocukça bir hevesle anlamaya başladığım kelimeler önce cümlelere sonra da içimi deşen anlamlara dönüştü. Yıllardır severek dinlediğim şarkılar adeta yeni bir kimliğe bürünmüş beynimin kıvrımlarına yerleşiyorlardı yeniden. Rammstein hem sözleriyle hem müzikleriyle benliğimin ayrılmaz bir parçası oluyordu.

Başlıkta da söylediğim gibi, ruh parçalayan bir grup Rammstein. Sabahın köründe "Keine Brust hat Milch geweint" dizesiyle size kıskançlıkların en büyüğünü yaşatabilecek, canavarlıklara kurbanın değil de canavarın gözünden bakabilecek kadar cesur bir grup. Ruh deşiyorlar, insanı insana göstererek, bize kendimizi anlatarak yapıyorlar bunu. Yüzümüze geçirdiğimiz iyilik maskelerinin ardındaki gerçek kimliğimizi açığa çıkararak yapıyorlar. Dünyanın en sağlam edebiyatlarından birini yaratmış, pekçokları tarafından kaba ön yargısıyla yaklaşılan, Almanca'yı da arkalarına alıp yeri geldiğinde yine o sağlam edebiyattan alıntılarla, yeri geldiğindeyse kelimeleri sonuna kadar zorlayıp oluşturdukları çok anlamlılıklarla kendileri de muhteşem bir edebiyat yaratıyorlar.

Müzik konusunda ahkam kesecek kadar bilgili değilim ama yaptıkları şeyin insanı kendinden geçirdiğini söyleyebilirim rahatça. Yüksek sesle dinlenen her Rammstein şarkısı capcanlı bir insan duygusudur, nefes alır, kalbi atar. Sevgi de vardır şarkılarda aşk da, nefret de vardır iğrenme de, insan ruhunun diplerinde yatan karanlık da vardır vahşet de. Kısaca hissedersiniz dinlerken, köprüye intihar etmek üzere çıkmış bir adamın son tereddütünü ya da kibritle oynarken yangın çıkaran bir çocuğun korkusunu...

Kıssadan hisse, Rammstein adeta insana her yönüyle insanı anlatan bir zehir gibidir, kurtulmanın tek yolu ise biraz daha dinlemektir!

Erymnys




Mein Herz Brennt'i izlemek için buraya tıklamanız yeterli. Hatta ilk defa Rammstein dinleyecek olanlar da önce bunu dinlesin, şarkıdaki acıyı yaşasın.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Yaz Temizliği: Eski Fotoğraflar ve Felsefe Kitaplarının Tarihi


Her evde yapılır herhalde bahar temizliği denen şu meret. Evin her yeri önce güzelce dağıtılır ardından toplanır. Anneme göreyse bahar temizliğinin baharda yapılmasının bir anlamı yoktur çünkü yaz gelince evin tüm camları açılacak, baharda temizlenen ev cereyan yapsın mantığıyla açılan o camlardan giren tozlarla yeniden leş gibi olacaktır. O yüzden bahar temizliği bizde yaz sonuna kaydırılır, yaz temizliği olarak isim değiştirir.

Geçtiğimiz günlerde yine bir yaz temizliği fırtınası geçti bizim evden. Bana düşen kısımlardan en çok sevdiğimse içi fotoğraf ve kitap dolu bir dolap oldu. O dolabı temizlerken tabi ki her albüm açılıp tek tek fotoğraflara bakıldı. Eskiden, öyle çok uzun zaman önce de değil hani, insanların beraber geçirdikleri anların hakikaten özel olduğunu anladım, anlamadım da bir kez daha fark ettim aslında diyelim. Kaç yıl önce çekilen fotoğraflar özenle saklanmış, henüz ilk günkü gibiler. Anne babanın onlara baktıkça ruh hallerindeki hızlı değişimi görmek de bir tuhaf etti içimi.

Henüz onlar kadar geçmişim yok, hatta o eski fotoğrafların bazıları benden bile eskidir belki ve belki de bu yüzdendir henüz bir fotoğrafın beni hüzünlendirememiş olması. Ama asıl neden artık fotoğraflar da dahil tüm hayatımızın anonimleşmesi herhalde. Sosyal medya sağ olsun, onun sayesinde hepimiz hepimizin hayatını biliyoruz, en değerli fotoğraflar dahil olmak üzere.

Her şeyin içini boşalttık, yavaş yavaş hayatımızı da boşaltıyoruz. Kimsenin hayatını nasıl yaşadığına karışamam tabi ama kitapların içinin boşalması gerçek anlamda canımı acıtıyor.

Babam felsefe öğretmeni. Evde neredeyse 90'lar öncesinden kalma Milli Eğitim ders kitapları var, ve biliyor musunuz, bugünkülerin aksine onların içinde gerçekten felsefe varmış. Bir insanın felsefeyi sevip öğrenebileceği kitaplarmış onlar ki sadece ders kitapların bu bahsettiklerim. Zaten kitap okunmayan bir ülkede, kitapların daha basılmadan yasaklanıp toplatıldığı, kitapların yakıldığı, kitaplardan korkulan bir ülkede böyle kitaplara ihtiyaç yok mudur? Okul sıralarında öğrenemezse eğer insanlar okumayı sevmeyi bir daha nerede öğrenebilir, kahvehane köşelerinde mi?

O kitaplarla haşır neşir olurken yıllar yılı felsefe kitaplarının içinin nasıl boşaltıldığına, bir anlamda düşünmenin ve düşüncenin nasıl giderek daha da arka plana atıldığına şahit oldum. Tek tip düşünme, tek tip insan yaratmak için önce felsefe kitaplarını öldürmek gerekiyormuş demek! Önce düşünmeyi öğretmeyelim ki sadece iki ayaklı bir hayvan olarak kalsın insanlar, istediğimiz gibi güdelim, mantığı önce felsefe kitaplarını vuruyormuş! Giderek pozitif düşünceden, bilimden uzak, kendine yüzyıllar öncesinden kalma bir kitabı bugünün şartlarında yaşam yönlendiricisi bellemiş yobazlar yetiştirmek için ilk adımmış bu ve bu adım dörder dörder büyüyormuş!..

Erymnys





Ps: O felsefe kitaplarının  içinden iki tane de gerçekten hoş kitap çıktı. İlki Emine Yamanlar'ın yazdığı Felsefi Metinler 1 ders kitabı, 1997 basımı. 94'ten itibaren beş yıl süresince kullanılmış okullarda. İçinde İlk Çağ'dan modern dönemlere kadar hatırı sayılır filozofların çeşitli eserlerinden alınan yazılar var. Felsefeye ilk başlayanlar için güzel bir antoloji olabilir.


Diğeriyse Richard Osborne - Herkes İçin Felsefe. Bu da felsefeye yeni başlayan büyük küçük herkesin okuyabileceği bol resimli, karikatürlü eğlenceli bir kitap. Zaten kitabın iç sayfalarında da linkten ulaşabilir kendiniz de inceleyebilirsiniz. Açıkçası benzeri kitaplardan, özellikle son dönemde popüler olmuş "Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer"den çok daha yararlı bir kitap.

İkisine de bir sahafta falan rast gelirseniz bir bakın hatta bakmakla kalmayın alın okuyun derim. Özellikle Felsefi Metinler'i.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Vincent Spinetti ya da Greater Good

Televizyonda ne izliyorsunuz ya da bilerek, isteyerek kaç radyo programını dinliyorsunuz? Kaç müzisyenin hayranısınız? Kaçının albümlerini heyecanla bekliyorsunuz? Eğlence sizin için ne demek; alkolün kandaki miktarının yeterince artmasından sonra aynı ritmlerin yüksek bass ayarlı hoparlörlerden yankılanmasıyla yapılan vücut savruluşları mı yoksa hiç tanımadığınız biriyle çılgın bir gece geçirmek mi?

Yukarıda saydıklarım; televizyon, sinema, radyo, gece kulüpleri bize dayatılmış bir eğlence anlayışının hayatımızdan çıkmaz bir parçası artık. Ne kadar uzak durmaya çalışırsak çalışalım bir şekilde hep içindeyiz, onlarda uzağa kaçamıyoruz çünkü hayatımızın tamamı sanki bunlarda örülmüş gibi.; mutlaka, bir yerden küçük bir aralık bulup sızıyorlar hayatımıza. Televizyonu kapatsak film afişleri görüyoruz, gözlerimizi yumsak süpermarketlerin yüksek sesli, hızlı ritmli, satış artıran melodilerini duyuyoruz. Her şeyden uzaklaşıp elimize bir kitap alsak belki o yıl aynısı yüzüncü kez basılmış bir aşk öyküsünü okuyoruz bilmeden.


Bunları durdurmak elimizde de değil aslında, kimsenin elinde değil. IUI/Globe Terner başkanı Foster Lipowitz dışında.

Bir adam düşünün ki dünyanın en güçlü medya ağını elinde bulunduruyor, gazetelerde yazılan haberlerden televizyondaki reality show cümlelerine kadar her şeyi istediği gibi düzenleyip değiştirebiliyor. "Seks satar." anlayışıyla, işin içine biraz da şiddet katarak yaptığı tüm işleri pazarlıyor ve hayal edilemeyecek miktarlarda paralar kazanıyor. Ve sonra bu adamın kanser olduğunu düşünün, hatta kanserin onun her hücresini yavaş yavaş yiyerek tükettiğini, en etkili tedavilerin bile ona sadece biraz daha zaman kazandırdığını. Onun yerinde olsaydınız ne ne yapardınız? Hayatta her istediğini elde etmiş, harcayamayacağı kadar paraya sahip olmuş biri ölüm döşeğinde ne ister? Tabi ki yaptıklarından pişman olur. İnsanların önüne tüketmeleri için sunduğu tüm o saçmalıklar için kendinden nefret eder ve tüm bu bayağılığın sorumlusu olarak kendini görür... Ve bunu düzeltmeye karar verir. Bir okul kurar bunun için, yetenekli çocuklar burada sanat eğitimi alır ki yaratacakları şeyler bugünkülerden üstün olsun, "sanat" olsun. Buraya kadar her şey normal görünüyor değil mi? Zaten Vincent Spinetti'nin tuhaf kariyeri de bu noktadan sonra başlıyor.

New Renaissance adıyla kurulan bir akademide sanat eğitimi alan yetenekli çocuklardan biri Vincent, hatta tabiri caizse bir dahi. O zamana kadar zaten pek de parlak bir hayatı olmayan Vincent için işer okulla birlikte daha da sarpa sarmaya başlayacak. Çünkü çocukları daha kaliteli işler üretmeleri gibi güzel bir amaç için eğiten New Renaissance aslında o kadar da masum değil. Öğrencilerinin her daim üretebilmeleri için başarılı bir yöntemleri var: Onlara her zaman, hayatlarının her anında acı çektirmek.

İşte Vincent'ın hikayesine burada dahil oluyoruz. Menajeri sıfatıyla çalışan kişi aslında onun hayatını kelimenin tam anlamıyla mahvetmek için New Renaissance tarafından işe alınmış biri. Ne yapıyor bu adam peki? Tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, Vincent'ın elinden en küçük mutluluk fırsatını bile çekip alıyor; öyle ki daha yirmilerinde saçlarına kır düşüyor Vincent'ın.

Orjinal adı "Torture The Artist" olan ama Türkçe'ye biraz yumuşatılarak "Vincent Spinetti'nin Tuhaf Kariyeri" olarak çevrilen kitap hayatımızı kuşatmış tüm bu eğlence sektörüne çok ağır bir eleştiri aslında. Joey Goebel'in bu konuda çok başarılı bir üslubu var. Hepimizin konuştuğu kelimelerle yapıyor bunu, ne çok üst düzey kalıyor kelimeleri ne de çok aşağıda. Ama bu kelimelerin içine küçük kelime oyunlarıyla dozu çok iyi ayarlanmış ironi ve mizah da katıyor ve ortaya çok ince işlenmiş bir dil çıkıyor, incelikle işlenmiş ve okurken keyif veren bir dil.

Son zamanlarda benim ilgimi en çok çeken isimlerin başında geliyor Joey Goebel. Sadece "Vincent Spinetti'nin Tuhaf Kariyeri" ile değil aynı zamanda "Anormaller" ile de yine iyi bir işin altına imza atmış bir yazar ve günümüzün pek çok yazarı gibi sadece cebi dolsun diye yazanlardan değil. Kısaca özetlemek gerekirse "mesaj kaygısı olan sayılı adamlardan biri" o.

Peki benim gözümde Vincent Spinetti'nin Tuhaf Kariyeri'ni önemli bir kitap haline getiren ne? Yıllardır klasikleşmiş bir konuyu çok daha farklı bir perspektiften işliyor oluşu. Sanatçı yaratmak için mutlaka acıya ihtiyaç duyar. Bu kesinlikle kanıtlanmış bir tezdir. Gelmiş geçmiş en büyük sanatçılar hep büyük acılar, felaket kayıplar yaşamış olanlardır. Bu durumda "Kim en fazla acıyı çekerse o daha büyük bir sanatçı olur." düz mantığı da ortaya çıkıyor. İşte Vincent bu "en fazla acı"ların hepsine maruz bırakılıyor bizzat menajeri tarafından ve biz hikayeyi menajerin ağzından dinliyoruz. Planlanmış acıların hepsinin etkisini o acıların bizzat sorumlusu anlatıyor bize.

Para için insanlara acı çektirilmesi bize o kadar da yabancı bir kavram değil aslında. Ama sanat için insanlara acı çektirilmesi? Burda bir ikilem var işte! Vincent'ın ürettiği sanatla büyük miktarlarda paralar kazanan insanlar var fakat Vincent gerçekten sanat üretiyor, bugünlerde çok nadir olan bir şey, ve çalışmaları insanlarla paylaşılıyor; insanların tükettiğinden çok daha kıymetli çalışmalar, içinde düşünce olan, düşündüren çalışmalar. Peki bu durumda Vincent'ın tüm bu acıları çekmesi iyi bir şey mi yoksa kötü mü?

İlk anda ben de tüm bu yapılanların canavarlık olduğunu düşünmüştüm ama biraz daha irdeledikçe "Greater Good" kavramı iyice su yüzüne çıktı. Binlerce, on binlerce, milyonlarca kişini bayağılıktan kurtulmuş "sanat"a ulaşması için bir kişinin acı çekmesi. Dünyanın tam da ihtiyacı olan şey bu; yeniden düşünmeye başlamak, içi boş şeylerden uzaklaşmak. Öyleyse bir kişinin hayatı ödenebilir bir bedel mi? İşte bu soruyu kendinize sürekli sorup duruyorsunuz kitabı okurken. Vincent için delice üzülüyorsunuz ama bir yandan da yukarıdaki ikilem beyninizi kemirip duruyor. Ahlak anlayışınızın sınırlarında geziyorsunuz. Ve işin kötüsü bu sorunun aslından hayatta aslında pek çok yerde karşınıza çıktığını ama sizin hep onu görmezden geldiğinizi fark ediyorsunuz. Fakat kitabı okurken o kadar işin içinde oluyorsunuz ki kaçacak yeriniz kalmıyor.

Eh, seçin öyleyse, bir kişinin hayatı mı yoksa milyonların aydınlanması mı?

Erymnys





Vincent Spinetti'nin Tuhaf Kariyeri
Joey Goebel
Çev. Berna Biçen
İthaki Yayınları, 351 sayfa

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Çok pis gaza geldim bu defa

Beni bilenler bilir, biraz maymun iştahlılık var. Kaç kere bir blog işine başladım da bir süre sonra bıraktım ben bile unuttum. Tamam, suçu hep zamansızlığa atabildim ama şu an bunu yapabilecek bir durumda da değilim. Okul şu anlık yok, herşey sakin, zaman deseniz gani gani, ne çalışıyorum ne okuyorum. :) Etrafa uğraşacak şey arıyorum ama bulmak namümkün. Ben de birkaç gün önce bir arkadaşla yaptığım bir konuşmanın gazına gelip yeniden başladım bu blog işine. Bu defa yürür mü, yürürse nereye yürür bilmiyorum, saldık çayıra mevlam kayıra biraz benimki.

Ne olacak peki burda, biraz da ondan bahsedeyim. Burda ben ne seviyorsam o olacak; edebiyat olacak, müzik olacak, yemek olacak, Finlandiya olacak, oje olacak, sinema olacak, tiyatro olacak, yolda yürürken gördüğüm şey olacak. Sevmediklerim de olacak; sayıp dökeceğim onlara burda. Sonuç olarak pek boş bırakmamaya çalışacağım işte. Siz de severseniz yazdıklarımı ne mutlu bana, yok sevmezseniz kısmet değilmiş, ne yapalım.